Sosyal Eşitsizlik, Varsıllık ve Yoksulluk
- Post by: Lütfi Sunar
- Kasım 17, 2022
- No Comment
“Adalet, eşitliğin olmadığı bir durum değil, “eşitlik artı ötesi”ni içeren bir durumdur.”
Yetkin Düşünce Yıl:4 Sayı: 15 (Temmuz – Ağustos – Eylül)
Yetkin Düşünce, bu sayısında, insanlığın kadim meselelerinden biri olan ve esasen bir problem değil problemler bütünü olarak değerlendirilen eşitsizliği konu ediniyor. Biz de söyleşimizde, eşitsizliğin metafizik, ontolojik ve epistemolojik sorgulamasının yanında, yaşadığımız sosyal gerçekliği kuran ve yeniden üreten yönlerini, yerel ve küresel ölçekte ne gibi örüntüler oluşturduğunu, alanlarında son derece kıymetli eserlere imza atan iki isimle ele almaya çalıştık.
İlk konuğumuz, “Matematik ve Metafizik” ve “Kant Okumaları” gibi önemli eserlerinin yanında “Dini Bir Perspektiften Bilimsel ve Toplumsal Değişimin Anlamlandırılması Sorunu”, “Ahlaki Üstünlük ve ‘Biz’” gibi mantık, matematik felsefesi ve ahlak felsefesi alanındaki birçok çalışmasıyla tanıdığımız Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil.
İkinci konuğumuz ise, sosyolojik teori, şarkiyatçılık, öteki, Türkiye’de toplumsal değişim, tabakalaşma ve sosyoekonomik eşitsizlik alanlarında çalışmalar yapan; “Marx ve Weber’de Doğu Toplumları”, “Türkiye’de İş Ortaklıkları”, “Marx an Weber on Oriental Societies”, “Türkiye’de Toplumsal Değişim”, “Eurocentrism at the Margins: Encounters, Critics and Going Beyond” ve “Debates on Civilization in the Muslim World: Critical Perspectives on Islam and Modernity” adlı kitapları ve çok sayıda makalesiyle akademinin velut isimlerinden biri olan Prof. Dr. Lütfi Sunar.
Bizleri kabul etme nezaketi göstererek sorularımıza içtenlikle cevap veren saygıdeğer konuklarımıza, katkıları için teşekkürlerimizi sunuyor, sizlere keyifli bir okuma diliyoruz.
Hocam, eşitsizlik sık kullanılan ama anlamının kuşatılması da oldukça zor görünen bir sözcük. Eşitsizliğin aynı zamanda sosyal bir olgu olması, tartışmayı birey düzleminden başlatmayı gerektiriyor gibi. Modern insan tasarımında, özellikle liberal dünya görüşü içinden bakıldığında, rekabetçi ve çıkarcı bir doğaya sahip olan insan için eşitsizliğin, gelişim adına olumlu bir ön koşul olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ne dersiniz, eşitsizlik bu manada bir gereklilik mi?
Senin de belirttiğin gibi, modern toplum rekabetçi bir iktisadi, sosyal ve kültürel bir model üzerine inşa edildi. Ancak bu inşanın ciddi eşitsizlikleri de beraberinde getirmesi, ona bir tepki ve muhalefet alanı olarak pür eşitlikçi bir sosyal felsefe olan sosyalizmi ortaya çıkardı. Modern toplumun, modernitenin, modern iktisadın temel bir gereklilik ve özellik olarak eşitsizlik temelinde, eşitsizlikler üzerinde şekillendiğini söyleyebiliriz.
“Toplumsal faydayı nasıl üreteceğiz?” sorusu liberal dünya görüşüne göre “rekabet” ile cevaplanır. Çünkü liberal düşünceye göre rekabet nihayetinde kamusal fayda üretir. Buna göre rekabet öncelikle çıktıları arttırır, çıktılar artınca da ihtiyaçları gidermek için daha geniş bir zemin, daha fazla üretim, daha gelişmiş bir ekonomi ortaya çıkar. Bu anlamda baktığımızda, eşitsizlikler liberal dünya görüşüne ve iktisadi sisteme göre zararlı değildir, hatta gereklidir. Toplumsal fayda için eşitsizlikler gereklidir, çünkü insanların kazanma motivasyonlarına, kazanma dürtülerine vurgu yapar ve bu kazanma motivasyonları, kazanma dürtüleri de insanları üretmeye, daha verimli olmaya, daha çok çalışmaya yöneltir. Bernard Mandeville’in meşhur “Arı Meseli” bu işi en özgün şekilde ifade eden bir fabldır: Bir bal arısı kolonisinde herkes çalışarak, çabalayarak vazifesini yerine getirir; böylece daha çok bal üretilir, ihtiyaçlar daha fazla giderilir ve sonuçta kamusal fayda ortaya çıkar. Yani çalışma ve rekabet eksenli bir toplum modelinde eşitsizlikler “faydalı ya da gerekli kötülük” olarak görülür. Başka bir şekilde söylersek, eşitsizlikler, nihai fayda için tahammül edilmesi gereken bir “zorunlu kötülük” durumunu ortaya koyar. Ancak teorideki bu durum oldukça sorgulanabilir açıklıklar içeriyor: “Hangi ölçüde eşitsizlik, hangi ölçüde rekabet, hangi ölçüdeki farklılıklar toplumsal faydayı üretir?” Bu sorunun üzerinde düşünmek gerekiyor. Liberal toplum teorisinde iddia edildiği gibi, eşitsizlikten neşet eden üretim, verimlilik ve üretkenlik topluma ne ölçüde yansıyor, bunun ne kadarı tahakküme, ne kadarı baskıya ve zulme dönüşüyor? Bu gibi sorgulamaların ciddi tartışmalar oluşturduğunu biliyoruz.
Biraz önce söylediğim gibi, eşitsizliklere karşı erken modern dönemde bir eşitlik arayışı, bir tepki olarak önce ütopik sosyalizm, sonra Marksizm ortaya çıktı. Çünkü modern toplumun en önemli sorunu eşitsizliklerdi. Aslında modern toplumun, aydınlanma temelinde eşitlikçi bir söylem üzerinde belirmesine rağmen, ironik bir biçimde 19. Yüzyılda burjuvazinin egemenliği ile katı bir eşitsiz model olduğu ortaya çıktı. Oysa aristokrasinin o doğuştan getirdiği ayrıcalıklara karşı modern siyasal ve sosyal düzen fikri eşitlikçi bir felsefe olarak ortaya çıkmıştı. Ona karşı da aydınlanmacı değerleri yeniden sahiplenen, yeniden dile getiren sosyalizm yükseldi. Fakat aslında bu ikisinin de uç noktaları temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Bu anlamda ben, eşitsizliklerin olmadığı, mutlak eşitlikçi bir modelden ziyade eşitsizliklerin azaltıldığı bir sosyal modelin daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Yani eşitsizliği ortadan kaldıramayız, mutlak eşitliği de sağlayamayız. Ayrıca sağlasak bile eşitlik gerçekten korunması zor bir durum, çünkü herhangi bir eylem eşitliği tekrar bozuyor. Eşitliği sürdürebilmek için sürekli kamusal bir düzenleme gerekiyor, bunun ne kadar faydalı olduğu da ayrıca tartışma konusu tabi. Çünkü bu, ütopyalarda olduğu gibi, büyük ölçüde bir diktatörlük ya da otoriter bir yönetimi gerektiriyor. Ama bu halde de otoritenin doğurduğu bir bozulma söz konusu olabiliyor. Dolayısıyla, ütopyacı eşitlikçi bir model yerine eşitsizliklerin azaltıldığı bir modelin düşünülmesi daha makul bir seçenek. Bu yönüyle, liberalizmin eleştirisinin sosyalizm içerisinden türemiş olmasının aslında bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunlar sanki birbirinin karşıtıymış gibi görüldü. Halbuki biri reel durumu diğeri ise ideal durumu ortaya koyuyordu ve aslında hiçbir zaman birbirlerinin alternatifi olmadılar. Sosyalizmin, hayata geçirildiğinde, tabii olarak o kadar eşitlikçi bir model olmadığı da görüldü. Bu da liberal dünya görüşünün, kapitalizmin önünü açan önemli unsurlardan birisi oldu.
Aydınlanma fikriyatına temas ettiniz, diğer taraftan malumunuz, modernitenin tarihsel seyrinde önemli belirleyenlerden biri olarak öne çıkan Fransız İhtilali’nin mottolarından biri de eşitlikti. Eşitsizlikten kaçınma olanakları üzerinden bir geleneksel ve modern karşılaştırması yapılabilir mi sizce, ne dersiniz?
Bu soru çok yerinde oldu: Eşitlik ya da eşitsizlik dediğimizde, çok geniş bir alan ve kavram dünyası karşımıza çıkıyor. Mesela, Fransız İhtilali dedin, o daha çok siyasal düzlemde, kamu otoritesi ve kanun önünde eşitliğe işaret ediyor. Bu tabi ki bir ideal. Bugünler için anlamlı ve değerli bir başka konu ise kadın-erkek eşitliği, kamusal yaşamda, sosyal hayatta haklar ve yükümlülükler bakımından kadınlarla erkeklerin eşit olması. Irk, etnisite, dil ve din gibi kamusal hayatta insanların ayrımcılığa uğramamasını temin etme noktasında eşitlik de bu işin içerisindedir. Yani oldukça geniş bir spektrumdan bahsediyoruz. Bu kadar geniş bir spektrumu ele aldığımızda konunun dağılma riskinden ve kendi uzmanlık alanım içinden bakma gereğinden hareketle ben meseleyi sosyoekonomik eşitsizlikler veçhesinde ele alma taraftarıyım.
Yoksa mesela Fransız Devrimi’ni düşün, Fransız Devrimi’nin “egalite” veya eşitlik dediği şey, “liberte, egalite, fraternite”den oluşan üç parçalı bayrağın[1] bir parçası. Buradaki eşitlik (egalite) aslında aristokrasinin yönetme ayrıcalığının ortadan kalkmasını ve halkın siyasal süreçlere katılımındaki eşitliği ifade ediyor. Sürecin tamamlanmasında 19. yüzyılda evrensel oy hakkı, daha sonra siyasete katılım serbestisi geliyor; kadınların, etnik azınlıkların ve mülkiyeti olmayanların katılması bir tür formel eşitlik sağlıyor. Bugün dünyada, hemen hemen bütün ülkelerde öyle ya da böyle demokrasi veya demokrasinin bir formu var. Çin’de bile lider seçimle geliyor. Dolayısıyla buradan baktığımızda, Fransız İhtilali’nin eşitlik dediği şeyin, yani kanun önündeki formel eşitlik ya da siyasal süreçlere katılma anlamındaki eşitliğin öyle ya da böyle sağlanmış olduğunu görüyoruz. Dünyanın çok küçük bir bölümü dışında, bugün artık hanedanları, ayrıcalıklı yönetimleri veya tanrısal yetkilendirmeyle donanmış yönetim modellerine pek rastlamıyoruz. Yani bugün aktif ve etkin biçimde yönetime katılmak, yönetimde söz sahibi olmak, görüşlerini ifade ederek hak talebinde bulunmak, bu uğurda mücadele etmek ve örgüt kurmak gibi nitelikler artık ortak bir payda ve zemin olarak kabul edilmiş vaziyettedir. Fransız İhtilali’nin hediye ettiği evrensel insan hakları beyannamesi de bugün öyle ya da böyle dünyadaki siyasal modellerin zeminini teşkil ediyor. Bu apayrı bir konu elbette.
Burayı biraz açalım dilerseniz hocam. Modern toplum, normatif ya da hukuki düzlemde bireyler arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik yoğun bir hukuki düzenleme gerçekleştiriyor. Ama diğer taraftan eşitsizliğin de modern toplumun adeta asli bir bileşeni olduğunu görüyoruz. Sizce burada ciddi bir çelişki yok mu?
Hem var, hem yok! Modern toplum formel olarak insanların önündeki engelleri kaldırıyor. İktisatta sık kullanılan örneklerden birini hatırlayacak olursak, bugün bir yoksulun, yemeğin porsiyonu 500 lira olan bir restoranda yemek yeme hakkını kimse kısıtlayamaz mesela. Geriye dönüp baktığınızda, mesela Ortaçağın geleneksel yönetim sistemlerinde veya kast sisteminde doğuştan gelen birtakım ayrımların olduğunu ve sosyal grupların tamamen ayrıştığını görüyoruz. Feodal sistemde de benzer bir durum söz konusu, alanlar arasında geçişkenlik olmadığı gibi katı ve değişmez ayrımlar var. Cem Karaca’nın şarkısına yansıyan “işçisin sen işçi kal” durumu yani. Modern toplum bu formel ayrımları ortadan kaldırıyor. Buna “formel eşitlik” ya da “prosedürel eşitlik” diyoruz. Yani kâğıt üstünde yasalar kimseye farklı uygulanmıyor; hız sınırı herkes için aynı, adam öldürmenin cezası herkes için aynı, çalıştığını elde etmenin karşılığı herkes için aynı. Burada hukuk formel olarak ayrıcalıklar tanımıyor, ama elbette uygulamalarda durumlar farklılaşıyor.
Eşitler içinde bazıları “daha eşit” oluyor yani?
Evet, bazıları daha eşit oluyor. Kuşaktan kuşağa devredilen mirasla erişilen imkanlar, yarışa eşit başlamamanın getirdiği ve sonucu doğrudan tayin edici etkenler tartışılamaz bir eşitsizliğe sebep oluyor. Bu ayrıcalıklar herhangi bir yazılı kural, kanun ya da yasayla elde edilmediği için, bunu ortadan kaldıracak bir şey de olmuyor. Daha önce, diyelim ki, “Siyahların otobüse beyazlarla aynı kapıdan binmesini engelleyen ve arka kısmına oturmasını” düzenleyen bir yasa vardı. Bununla mücadele edebiliyorsunuz, çünkü burada tanımlanmış bir eşitsizlik var. Ama siyahlar otomobil satın alamıyorlarsa, burada neyle mücadele edeceksiniz? Tanımlanmış bir eşitsizlik yok, yani sonuç olarak ortaya çıkmış olan bir eşitsizlik var. Burada eşitsizliklerle mücadelenin iki perspektifi ortaya çıkıyor: Sonuçları mı eşitleyeceğiz, süreci mi eşitleyeceğiz? Modern hukuk sistemi, modern siyasal sistem, keza aynı şekilde modern iktisadi sistem, “süreçlerde eşitlik” ortaya koyuyor. Fakat bu, bir çocukla bir yetişkini halter yarışmasında aynı yarışmaya sokmak gibi, bir engelliyle sağlıklı bir kişiyi aynı atletizm yarışmasına sokmak gibi… Sonuçta tabiatı itibariyle eşitsiz olan bir yarış oluyor ve sonuçları da gayet eşitsiz çıkıyor.
Bu sadece iktisadi alanda kalan bir şey değil, aslında siyasal alana da yansıyor. Siyasal alanı kim belirliyor mesela? -Tabii ki daha fazla imkana, daha fazla güce ve daha fazla sermayeye sahip olan siyasal alanı da belirliyor. Baktığınızda, pratikte oluşturulan kampanyayı, milletvekili adayını, başbakanı, partiyi bu belirliyor. Yani siyaset, vatandaşın oylarıyla tayin edilen eşit bir süreçmiş gibi görünse de, sonuçta iktisadi eşitsizliklerin yansıdığı bir alana dönüşüyor. Bu anlamda eşitsizliklerin kendini fazlasıyla yeniden üretme kapasitesi var. Burada kamu aklı devreye giriyor. Bununla ilgili özellikle 20. Yüzyılda, devletin eşitleyici bir unsur olarak devreye girmesi, sürece müdahale etmesi ve en azından eşitsizlik makasının açılmayacak şekilde düzenlenmesine yönelik birtakım politikalar ve modeller üretildi. Ama son kırk yıldır bu politika ve uygulamaların aksi yönünde bir gidişat var. Yani 19. Yüzyılı yansıtan, kapitalizmin vahşi rekabet koşullarının daha fazla öne çıktığı bir sosyoekonomik, kültürel ve siyasal sistem daha fazla egemen olmaya başladı.
Azönce eşitsizliğin çeşitliliği içinde cinsiyetler arası ilişkilere yansıyan boyutuna işaret etmiştiniz. Son dönemlerde, kadın erkek ilişkileri bağlamında özellikle muhafazakar camiada, eşitlik yerine adalet vurgusunun çok fazla öne çıkarıldığını görüyoruz. Adalet ve eşitlik birbirinin yerine kullanılabilen kavramlar mı, yoksa bunlar birbiriyle çelişir mi? Eşitlik adaletin neresinde durur?
Evet, adalet çok yüce bir kavram ve çok yüce bir ideal. Adalet eşitliğin bir adım ötesidir. Eşitlik yarışın koşullarını tanımlar, adaletse yarışın koşullarında zayıf olana iltimas geçmeyi tanımlar. Yani zannedildiğinin aksine adalet, eşitliğin olmadığı bir durum değil, “eşitlik artı ötesi”ni içeren bir durumdur. Adalet çok daha güçlü bir vurgudur. Tikel durumları da dikkate alan, zayıfı koruyan, mazluma daha fazla destek veren, mağduru pozitif ayrımcılıkla destekleyen bir durumdur adalet. Bu anlamda eşitliğin ötesidir. “Eşitlik +” vardır adalette! Bu anlamda ben, son zamanlarda adalet nosyonunun eşitlik fikrini eleştirmek adına kullanılmasının, meselenin kavranmamasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Adalet her şeyden önce formel eşitliğin olduğu bir dünyadır. Özellikle toplumsal cinsiyet söz konusu olduğunda, adalet nosyonu, sosyokültürel geleneksellikten türeyen olumsuz etkenleri de gözeterek daha fazlasını yapmayı gerektirir. Yani bu durumda adalet, “yetmez ama evet” demektir: Eşitlik yetmez, ama evet; zayıf olana daha fazla vermek gerekir anlamına gelir. Adalet bu yönüyle kullanıldığında, aslında gayet pozitif bir içerim arz ederken onu eşitlik karşıtı bir biçimde kullandığınızda, sorunları inkâr eden ve de toplumsal hareketliliğin gücünü yadsıyan muhafazakar bir kavrama dönüştürür, kavramın devrimci içeriğini kaybedersiniz.
Adaletin sosyo-iktisadi kullanımı da bence önemli, yani sosyal adalet dediğimizde biz “yeniden dağıtımcı” bir iktisat politikasını kastederiz. Nedir peki bu politika? -Yeniden dağıtımcı iktisat politikası, ücretlerin insani seviyeye çıkartılması ve birikmiş olanı daha fazla vergilendirerek toplumsal faydaya dönüştürmeyi ifade eder. Yani buradan hareketle sosyal adalet, miras ve servetin ya da yüksek gelirlerin vergisini arttırmak ve bunlardan elde edileni toplumsal faydaya, toplumsal hizmete dönüştürmeyi içerir. Başka deyişle, sosyal adalet, insanlar ve toplumsal gruplar arasındaki mesafenin ve makasın açılmasını engelleyip bunun yerine o makası daraltıcı politika ve uygulamaları hayata geçirmek anlamına geliyor.
Benzer şekilde siyasal ya da hukuki adalet ise, insanların hak arayışları ve kanun önünde eşit olmalarını sağlamanın ötesinde, hukuku ve hak arama mekanizmalarını daha erişilebilir, daha kolay talep edilebilir ve de zayıflar için daha koruyucu bir mekanizmaya dönüştürmek anlamına gelir. Yoksa iyi bir avukat tutan birinin kanun önünde hakkını alması adalet değildir; bu kanunun, hukukun işlemesidir. Adalet, iyi bir avukat tutamadığı halde kişinin hakkını almasını sağlamaktır. Hukuki manada, adalet hakkını talep edemeyenin adına hak talep edecek mekanizmaları kurmaktır. Dolayısıyla her manada adalet “eşitlik +” demektir. Adalete ulaşmanın asgari formu eşitliktir. Burada formel anlamdaki eşitlikten bahsediyoruz elbette. Bu manada en azından eşitliğe ulaşmanın bir hedef olarak korunması gerekiyor. Bunu küçümsememek, üzerine koymak için arayış içerisinde olmak geliyor.
Hocam,oldukça açıklayıcı bir kavramsal çerçeve sundunuz. Buradan hareketle perspektifi genişletmek istiyorum. Malumunuz dünyada derin bir küresel eşitsizlik durumu var. Özellikle gelir ve servet dağılımına baktığımızda, en zengin 62 kişinin dünyanın % 50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşit mal varlığına sahip olduğu bir dünyada yaşadığımızı görüyoruz. Bu anlamda küresel kuzeyin gelişmiş ekonomilerine mukabil güneyin ekonomik gelişmemişliğini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, bu güney-kuzey meselesi söylediğin gibi artık küresel güney, küresel kuzey diye adlandırılıyor. Bu bir yön bildirmiyor aslında, yani baktığınızda, Avustralya, Singapur, Brunei, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri coğrafi olarak güneyde olsalar da artık küresel kuzeyin bir parçası durumundalar. Dolayısıyla bu anlamda kuzey-güney ayrımı varsıl ve yoksulun diğer bir adı durumunda. Genel olarak dünya haritasında varsıllığın kuzeyde, yoksulluğunsa güneyde toplanmışlığı var tabi. Bu kendiliğinden, yani birinin güneyde diğerinin kuzeyde olmasından ötürü ortaya çıkmış olan bir durum değil. Esasen bu manzara, sanayi devriminin ve de sömürgeciliğin bir mirasıdır. Eric Hobsbawm’ın[2] verdiği rakamlara dayanırsak eğer, 1700’lerin sonunda dünyanın en zengin ülkesiyle en yoksul ülkesi arasında 1,5 kat fark var. Fakat 19. Yüzyılın sonuna geldiğimizde bu kat 15 kata çıkıyor, 20. Yüzyılın sonuna geldiğimizde ise bu fark katlanarak artıyor. Dikkat edilirse bu, en zenginle en yoksul arasındaki fark da değil; yani en zenginle en yoksul arasındaki fark çok daha fazla. Ancak kümelediğimizde, yani en zengin kümesiyle en yoksul kümesi karşılaştırıldığında bu fark biraz daha dengeleniyor. Mesela, Lüksemburg 115 bin dolar civarında kişi başı gelire sahipken, Güney Sudan, Bangladeş gibi yerler bin dolar civarında bir gelire sahip. Böyle baktığımızda bambaşka bir fark çıkıyor ortaya ama gruplayarak baktığımızda, en tepedekilere, en alttakilere baktığımızda çok ciddi bir fark var. Bu fark kendiliğinden açılmıyor; bir taraf çok çalışkan, bir taraf çok tembel olduğu için de açılmıyor; bir taraf çok zeki diğer taraf az zeki olduğu için de açılmıyor. Aslında bu farkı oluşturan şey, birinin diğerinin kaynaklarına, gelirine, uzun vadeli kalkınmasını sağlayacak bütün sosyoekonomik etkenlere el koymasından kaynaklanıyor. Yani bugün küresel güney yoksul, küresel kuzey zenginse bunun en önemli sebebi nesiller arasında aktarıla aktarıla, birike birike gelen farklardır. Teknolojik farklar, eğitimsel farklar, kültürel farklar, servet, sermaye farkları, bütün bu farklar üstüne koya koya gidiyor. Bir taraf sürekli aşağıya doğru diğer tarafsa sürekli yukarıya doğru gidiyor. Aşağıdakiler biraz kıpırdanıp biraz farklı şeyler yapmaya çabaladıklarında da yukarıdakiler bunu engelliyorlar. Yeniden işgal hareketleriyle engelliyorlar, teknoloji transferini keserek engelliyorlar, iç savaş ve karmaşa oluşturarak engelliyorlar daha da önemlisi ticari rejimler yoluyla engelliyorlar. Dolayısıyla bugün dünya, kaynakları ve imkanları eline geçirmiş bir azınlığın koşullarının, kaynakları elinde olmayanlar aleyhine sürekli yeniden düzenlenmesiyle malul bir yer artık. Bu durum küresel eşitsizliğin önemli zeminlerinden birini teşkil ediyor ve gittikçe de artıyor. Bu iki uç konumun arasında bulunan bir ülkeler grubu var, biz de o ülkeler grubundayız. Bunu aşmaya çabalayan, yani nüfusu biraz fazla olan, bir miktar kaynağı bulunan, tarihsel olarak da fazlaca sömürgeye maruz kalmamış ya da sömürgeyi aşabilecek oranda mücadele göstermiş ülkeler var. On beş yirmi civarındaki ortada olan bu ülkeler, bugün dünyadaki “dengeyi” de bozuyorlar. Yani mevcut durumdan kendilerine özgü çıkış gayretleri ve alternatif arayışları, kendi üretim sistemlerini kurma çabaları kurulu oyunu esnetiyor ve ülkeler arasında geçişlilikleri sağlıyor. Geçmişte soğuk savaşın oluşturduğu gerilimler bu ülkelere biraz alan açtı. Yani dünyanın iki kutuplu yapısı bizim gibi böyle orta düzey ülkelere, sanayileşme için, kendi politikalarını oluşturmak için bir anlamda alan açtı. Ama görünen o ki bu alan yavaş yavaş kapanıyor.
Peki ülkeler arasındaki bu eşitsizliklerle ülke içindeki eşitsizlik durumu arasında da bir bağlantı kurulabilir mi?
Şöyle, bakıldığında en tepede yer alan birkaç ülkenin hem çok zengin, hem de kendi içinde yoğun eşitsizlik olduğu görülüyor. ABD buna iyi bir örnektir: Hem çok zengin bir ülke, hem de eşitsizliğin çok olduğu bir ülke, yani zenginlik ülke içerisinde dağılmıyor. Avrupa modeli ise bundan farklı bir yerde duruyor: İngiltere, Almanya, Fransa’da hem ülke içerisinde zenginlik fazla, yani sermaye ve servet fazla, hem de bu ABD kadar eşitsiz dağılmıyor. Son dönemlerde gittikçe daha eşitsiz hale geliyor, ama özellikle tarihsel koşullar ve sosyalizm tehdidi nedeniyle ortaya çıkmış olan refah devleti modeli bir yeniden dağıtımcı sistem oluşturup o dengesizlikleri törpüleyen bir yapı meydana çıkarttığı için, Avrupa’da daha az eşitsizlik barındıran bir iktisadi siyaset, bir vergi sistemi, bir yatırım sistemi oluşmuş vaziyettedir. Bu ülkelerin hem küresel servet ve sermayeden aldıkları pay yüksek, hem de kendi içlerinde eşitsizliğin az olduğu ülkeler. Bir de en yoksullar var. En yoksullarda eşitsizlik az, yoksullukta eşitler çünkü onlar. Ama burada da son zamanlarda yeni bir eğilim söz konusu: Bu yoksul ülkelerde küresel milyarderler listesine eklenenleri görüyoruz. Mesela, son on yılda milyarder sayısı en çok artan ülke Bangladeş, belki astronomik sayıda milyarderi yok, ama katlanarak artıyor. Bangladeş dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi aslında. Son on yılda iktisadi kalkınma hamleleri var. Ama o iktisadi kalkınmanın neticeleri halka dağılmıyor, çok küçük bir grubun eline geçiyor. Benzer bir durum Çin’de söz konusuydu. Bugün dünyada milyarder sayısı en fazla olan ülke Çin. Nüfusa oranla milyarder sayısının en fazla olduğu ülke Amerika olsa da sayı olarak Çin zirvede yer alıyor, Hindistan da onu takip ediyor. Yani bu ülkeler çok zengin ülkeler değiller, burada zenginliğin belirli yerlerde toplandığını görüyoruz. Dolayısıyla aslında aranacak model “yoksullukta eşitlik” değil varsıllıkta eşitlik. Yani ülke zenginleşecek, aynı zamanda da eşitsizlik çok fazla olmayacak; bu iyi bir model. Yoksa “ne olursa olsun eşitlik olsun” dediğinizde, yoksullukta eşitlik kimseyi tatmin eden bir şey değil. Mümkünse ülkenin zenginleşmesi, üretimin artması, refahın artması ve aynı zamanda da eşitsizliğin çok artmaması gerekiyor.
Buçerçevede, hemen her yıl Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşların kamuoyuna yansıyan raporlarını nasıl okumak lazım? Bu raporlar üzerinden küresel düzeyde ezilen bir küresel orta sınıftan bahsede bilir miyiz?
Küresel manada sınıf sistemleri son kırk yılda çok farklılaştı. Endüstriyel toplumun o alt sınıf -yani işçi sınıfı-, orta sınıf -yani memur ve beyaz yakalı eğitimli sınıf- ve burjuvazi -yani sermaye sahibi üst sınıf- şeklindeki üçlü tasnifi değişti, çeşitlendi. Bu değişimde endüstriyel üretimden post endüstriyel üretime geçiş, üretim-tüketim sistemlerinin esnekleşmesi çok önemli bir yer tuttu. Bu değişim aynı zamanda geleneksel manada sınıfların konumlarının farklılaşmasını da içerdi. Mesela, bugün “top class” denilen, en üst sınıf denilen, yani küresel düzeyde servet ve sermayeye sahip olan sınıf yaklaşık küresel %1 dediğimiz bir gruba tekabül ediyor ve bu sınıf artık neredeyse vatansız. Evet, bir yerde konumlanmış, ağırlıklı olarak da batılı sermaye finans merkezlerinde konumlanmış, ama oralarla da sınırlı değil. Dünyanın her yerinde operasyon yapan, dünyanın her yerinde yatırım yapan, dünyanın her yerinde iş ve ilişki içerisinde olan bir sınıftan bahsediyoruz. Bunun altında “küresel elit” olarak adlandırılan servete, sermayeye o düzeyde sahip olmayan, ama bu servet ve sermayenin iş ve işleyişini tayin eden bir sınıf ortaya çıktı. Bu sınıf, CEO’lar, büyük tasarımcılar, markacılar, yazılımcılar, yönetimsel işlerle meşgul olanlardan oluşan bir grup. Bu grup küresel, yani ülkesi yok. Bu grubun içerisine siyasal elitleri, tüketimci elitleri, spor ve sanat dünyasının elitlerini de katabiliriz. Burası da çok ilginç bir şekilde artık daha çok küresel hareket ediyor ve daha küresel düzeyde bir yapılanmaya sahip; neredeyse ülke aidiyetlerini aşan, ulusal kimlikleri aşan bir kimlik haline dönüşmüş vaziyettedir. Buna mukabil işçi sınıfının 19. Yüzyıldaki gibi küresel düzeyde bir proleterleşmesinden bahsedebiliriz artık. Yani gittikçe küresel düzeyde organize olan işlerin taşeronu, güvencesiz bir şekilde her düzeyde sömürüye açık hale gelmiş geniş bir işçi sınıfından bahsedebiliriz. Vietnam’daki tekstil işçisinden Afrika’daki maden işçisine kadar uzanan ve ücret seviyeleri gittikçe düşen, güvencesiz çalışma koşullarına mahkûm ve kendi içerisinde örgütsüz ve dağınık bir işçi sınıfı söz konusu.
Prekarizasyon diyebilir miyiz buna?
Bu ciddi manada proleterleşme aslında, yani prekarizasyon o eski endüstriyel toplumun daha güvenceli, daha saygın beyaz yakalı işlerinin gittikçe hem ücret seviyesi olarak hem güvence seviyesi olarak düşmesi, hem de iş hiyerarşisi ve karar alma mekanizmalarındaki gücünü kaybetmesiyle ortaya çıkan bir süreç. Yani öğretmenler, mühendisler, geleneksel manadaki büro çalışanları ve bunun gibi işlerdekiler, artık ne eskisi kadar kıymete sahipler ne eskisi kadar gelirden pay alabiliyorlar, ne de eskisi kadar otorite ve otonomi sahibiler. Çok geniş manada bir işçileşme söz konusu bu kesim için, dolayısıyla çok ilginç bir şekilde hâlâ yaptıkları iş, iş yapma biçimleri dolayısıyla bir geleneksel adlandırmayla bu kesimlere orta sınıf deniliyor, ama aslında işçileşmeye çok yakın ve neredeyse işçileşmiş bir iş ve çalışma örüntüsüne sahip bir kesimden bahsediyoruz. Zaten herhalde günümüzdeki toplumsal gerilimlerin ana kaynağını da burası oluşturuyor. Çünkü bu kesimler okumuş yazmış oldukları için hâlâ örgütlenme imkanına sahipler, hâlâ kamusal bilgiye ve kamusal etkinliğe erişimleri fazla, etki güçleri hâlâ var. Dolayısıyla bugün küresel manada sınıflar arası eşitsizlik ya da sınıfsal eşitsizlikler söz konusu olduğunda, sesi çıkan, etki sahibi olan -yani yeni tehlikeli sınıf[3] diye adlandırılan- bir gruptan bahsediyoruz. “Bir sınıfsal kimlik oluşturuyor mu?” -Bence hayır, bir sınıfsal kimlikleri yok, ama bir grup olarak her gün bir rahatsızlığın tezahürünü burada görebiliriz.
Küresel dönüşümü konuşurken yaşadığımız salgına da bir parça temas edelim dilerseniz. Esasen sağlık ve hastalığın insanlar arasında eşit dağılmadığını özellikle içinde bulunduğumuz salgın koşullarında insanların sosyo-ekonomik nedenlerle sağlığını koruma, izolasyon, tedavi ve rehabilitasyon anlamında eşit fırsatlara sahip olmadığını biliyoruz. Siz de bir röportajınızda “Virüs değil eşitsizlik öldürüyor” diyorsunuz. Bunu açar mısınız biraz, eşitsizlik insanları nasıl öldürüyor?
Şimdi şöyle, bugün dünyada mesela yaşam sürelerine baktığımızda, yaşam sürelerinin sosyoekonomik seviyeyle çok yakın seyrettiğini, bunların paralel bir şekilde dağıldığını görüyoruz. Neden? -Çünkü toplumların beslenme rejimlerinden sağlıklı koşullara erişime kadar aralarında ciddi bir farklılık söz konusu. Yoksulların mahalleleri daha kirli, hava kirliliği daha fazla, çünkü orada kömür yanıyor. Trafik kazası daha fazla oluyor çünkü yollar dar ve bakımsız. Okulları iyi yapılanmış değil, sokakları daha kirli, eşyalarında kanserojen maddeler daha fazla kullanılıyor. Varsıllara baktığınızda hem sağlık hizmetine daha fazla kaynak ayırabiliyorlar, hem daha az tehlikeli koşullarda yaşıyorlar, daha havadar ve temiz muhitlerde yaşıyorlar. Yani baktığımızda, hastalık, sağlık, yaşam süreleri eşit dağılmıyor. Amerika’da yapılan araştırmalar, -veri eksikliğinden bu tür araştırmaları bizim ülkemizde yapmak mümkün değil- beyazların siyahlardan ortalama üç buçuk yıl daha uzun yaşadığını gösteriyor. Aynı şekilde sosyoekonomik olarak baktığımızda, işçi pozisyonunda olanların beyaz yakalı pozisyonda olanlardan daha kısa yaşadığını gösteriyor. En uzun yaşayanlar daha fazla servete ve sermayeye sahip olanlar. En tepe %20’lik gelir grubundakiler en alttaki %20’lik gelir grubundakilerden neredeyse 10 yıl daha fazla yaşıyor. Elbette istisnaları vardır, ama ortalamalardan bahsediyoruz. Yani bu anlamda zaten sağlığın ve hastalığın eşit dağılmadığı, gayet eşitsiz dağıldığı bir dünyadan bahsetmek mümkün. Salgın bunu tetikledi ve daha fazla açığa çıkarttı.
Türkiye’de sağlık hizmetine erişimde makro düzeyde bir eşitsizlik yok. Aşı sıranız geldiğinde gidiyorsunuz aşı oluyorsunuz, bir milyarder de aşı sırası geldiğinde oluyor. Fakat şunu gördük: İstanbul’un sosyoekonomik haritasını İstanbul’daki salgın haritasıyla üst üste koyduğumuzda aynı haritayı elde ediyoruz. İstanbul’da salgının yayılım hızının en yüksek seyrettiği yerler Bağcılar ve Esenler’di mesela. Etiler’e geldiğimizde harita bir anda yeşile dönüyordu, Kemerburgaz’a gittiğinizde haritanın rengi çok daha açılıyordu. Neden peki? -Çünkü Bağcılar’daki bir kişinin evinden çıkmamak gibi bir lüksü yok, işine gitmek zorunda, işine o sıkışık otobüsle gitmek zorunda, ayrıca nüfus yoğunluğunun son derece fazla olduğu, dolayısıyla virüs yayılım hızının çok yüksek olduğu bir yer burası. Öteki tarafta evinden çıkma zorunluluğu olmayan, uzaktan çalışabilen, işe gitme zorunluluğu olmayan, gitse bile özel aracıyla giden, daha az insana temas eden, kendini daha fazla korumaya alabilen bir gruptan bahsediyoruz. Bu da neyi gösteriyor? -Aslında sosyoekonomik eşitsizliklerin bu tür krizlerde nasıl toplumsal yarılmaya yol açtığını gösteriyor. Kamusal etkinlik burada devreye giriyor işte. Yoksulları ve de alt sınıftakileri korumak için tedbirler alabilirsiniz. Bu tedbirleri almak için kaynak üretmeniz lazım, o kaynağı üretmek için de aslında kamu otoritesi bu anlamda birikmiş servet ve sermayeyi kullanabilir. Öyle mi oldu peki? -Tam tersi oldu. Salgın sürecinde ülkeler bu kamusal hizmetleri yürütebilmek, işsizlik ödeneklerini karşılayabilmek, sağlık yükünü, sağlık giderlerini karşılayabilmek için borçlandılar. Kimden borçlandılar? -Birikmiş servet, sermaye sahibi küresel gruplardan borçlandılar. Borçlanma talebi arttığı için borçlanmanın yükü ve maliyeti arttı. Aslında iki katı bir etkiyle toplumun geleceğini ipotek altına alan bir etki oluşturdu bu salgın. Bir taraftan sosyoekonomik eşitsizlikleri tetikledi, bir taraftan da uzun vadede eşitsizlikleri daha da arttıracak mali finansal yükler meydana çıkarttı. Ülkelerin oluşan bu yaygın kamusal farkındalığı ve hassasiyeti kullanarak bence yeni vergilendirme sistemleri ve yeni düzenlemeler getirmeleri gerekiyordu. Ama bu politikaları oluşturacak siyasetçilerin, bürokratların veya yönetimlerin de çoğu kez, aslında tam da o vergilendirilecek gruplar tarafından yönlendirildiğini, baskılandığını görmemiz gerekiyor. Burada yaygın kamusal farkındalık gerekiyordu. Bu yaygın kamusal farkındalık, ülkelerin aşıya erişim gibi birtakım sağlık hizmetlerine erişimi ya da kısa süreli refah transferlerini yaparak yalnızca toplumda oluşacak tepkileri engellemek amacıyla kullanılan bir indirgemeyle neticelendi.
Eşitsizlikler ya da sosyal adalet gündeme geldiğinde, sıklıkla ideolojik bir yönelim olarak Sosyalizm öne çıkarılıyor. Ancak örneğin İslam bağlamında “sosyal adalet”in kurucu bir işleve, merkezi bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Çuvaldızı kendimize batırmamız sadedinde, adalet gibi son derece önemli bir merkezden hareket ettiğini varsaydığımız, İslam anlayışını benimsediğini iddia eden toplumların, özellikle Orta Doğu’daki halkı Müslüman ülkelerin durumunu nasıl değerlendirmekgerekiyor?
Bu eşitsizliklerin üstesinden gelme hususunda sosyalizmin rolünü yadsımamak lazım bir kere. Sosyalizm eşitlikçi bir dünya üretmedi belki, ama mesela Avrupa’da en azından refah devletinin ortaya çıkışına sosyalizm tehdidi vesile oldu. İşçilerin haklarının verilmesi, sendikalaşma, grev, toplu sözleşme, yürüyüş, ifade özgürlüğü gibi konularda gevşeme sosyalizm riski ve tehdidiyle ve de işçilerin örgütlenmesiyle elde edilmiş olan haklarla oluştu. Bunlar bugün anlamını daha iyi kavradığımız önemli kazanımlar. Bugün o kazanımlar kaybedildiği için çok daha eşitsizlikçi bir dünyayı tartışıyoruz. Bir dönem anti-sömürgeci, kalkınmacı ekonomik ve siyasal arayışlar çerçevesinde Müslümanlığın da benzer bir etki oluşturduğunu biliyoruz. Adalet ideali, hem küresel düzeyde, hem ülkeler içerisinde yeni modellerin inşasında bir kalkış noktası, bir referans noktası oluşturdu ve bu anlamda adaletçi söylemler hem küresel düzeydeki dünya sistemi eleştirilerinde, hem ülke içlerinde yeni modellerin inşasında etkili oldu. 1960’lar ve 70’ler bu anlamda önemli arayışların, önemli modellemelerin oluştuğu dönemlerdi. Ama bugün normatif olarak her ne kadar İslam’ın adaletçi bir din olduğunu bilsek de Müslüman toplumlarda bunun tezahürlerini hemen hemen hiç göremiyoruz. Bireysel düzeydeki hayırseverlik ya da bireysel düzeydeki yardımseverlik ilgilerinin dışında politikaya yansımış, sistemleşmiş bir model göremiyoruz. Hatta bazen din, kaderci ve tamamen öte dünyacı bir anlayışla, “telafi edici” bir inancı devreye soktuğu için eşitsizlikleri tahammül edilebilir de kılıyor. Bunun en iyi örneği kast sistemi ve feodalitedir. Dini bir inanışa dayanmasa bu sistemler bu kadar uzun zaman devam etmezdi. Bu dünyayı yalnızca geçici, tahammül edilmesi gereken ve çile çekilecek bir mekan olarak görürseniz sonuç bu olur. Dolayısıyla bu anlamda inancın teskin edici ve baskılayıcı bir yönü de vardır. Bugün gördüğüm kadarıyla, Müslümanlığın sosyal adaletçi perspektifinden ziyade Müslüman toplumlarda eşitsizliği ve adaletsizliği tahammül edilebilir kılmaya yönelik teskin edici yönleri daha fazla kullanılıyor; fukaraya sabır tavsiyesi daha fazla öne çıkıyor. O anlamda baktığımızda, özellikle doğal kaynak ekonomileri olan Körfez’in petrol ülkelerinde, eşitsizliğin her tonuyla neredeyse köleci bir emek rejimini doğurduğunu görüyoruz. Bu ülkeler, sosyoekonomik olarak mülkiyetçi bir modelle, kadını kamusal hayatın tamamıyla dışına iten cinsiyetçi bir modelle, siyasal olarak gücü ve otoriteyi belirli ailelerin elinde toplayan bir ayrımcı modelle büyük çaplı eşitsizliklere dayanıyorlar. Bu ülkeler sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal açıdan aslında eşitsizliğin bütün formlarının bir arada tecessüm etmiş bir hali olarak karşımızda bulunuyor. “Bugün dünyada eşitsizliğin en şedit olduğu yer neresidir?” diye soracak olursanız, bu ülkeleri gösterebiliriz. Çünkü siyasal katılım hakkı yok, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve farklı taleplerde bulunma özgürlüğü yok. Büyük ölçüde göçmen emeği üzerine inşa edilmiş köleci bir rejim söz konusu. El konulmuş kaynaklar ve el konulmuş otorite söz konusu. Dolayısıyla buradan baktığımızda, İslam’ın o adaletçi söyleminin harekete geçme imkanının neredeyse sıfırlandığı, ama aksine teskin edici, kaderci anlayışın ya da öte dünyayla telafi edici yaklaşımın çokça kullanıldığı bir resim karşımıza çıkıyor. Yani 1960’larda ve 70’lerde biraz da sömürgeciliğe ve Batı tahakkümüne karşı gelişmiş olan alternatif yaklaşımların epey cılızlaştığını, irtifa kaybettiğini ve artık neredeyse temsil kabiliyetini kaybettiğini görüyoruz. Bu anlamda mevcut gerçeklik maalesef çok büyük bir ümit sunmuyor.
Sözünü ettiğiniz alternatif arayışlarının içinde değerlendirilebilir mi bilmiyorum ama İslam İktisadı ile ilgili uzunca bir süredir çeşitli çalışmalara öncülük ettiğinizi biliyoruz. İslam iktisadının genel çerçevesi nedir? Bu iktisat düşüncesini özgün kılan nedir ve küresel eşitsizlikler karşısında hangi yönleriyle alternatif olma iddiasıtaşır?
İslam iktisadı, ulus devletlerin bağımsızlaşma sürecinde müstakil bir ekonomi politikası inşa etme arayışının bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu yönüyle de hakikaten kapitalizmin yıkıcı, rekabetçi ve eşitsizlikçi dünyasına karşı kalkınmacı ve de daha adil bir ekonomik model kurma arayışlarını beraberinde getirdi. Fakat zamanla sermaye merkezli, finans merkezli bir alana doğru evrildikçe, İslam iktisadının kapitalist kalkınmanın bir yedek lastiğine dönüşmeye başladığını görüyoruz. Bunda -lafı dolaştırmanın anlamı yok- Körfez sermayesinin çok büyük bir etkisi var, Petro-dolarların çok büyük yıkıcı bir etkisi var. Körfez sermayesi sadece bu ülkelerde eşitsizliği kurmadı, aynı zamanda İslam iktisadı çerçevesinde oluşmuş olan özgün arayışları da dönüştürdü, finansalize etti. İktisadi modeli neoliberal finansal modele dönüştürdü. Elbette İslam iktisadının ana damarı hâlen alternatif bir yol ve alternatif bir arayış olarak, daha adaletçi, daha eşitlikçi bir model arayışı olarak devam ediyor. Ama uygulamaya aktarılan kısımlara baktığımızda, burada çok ciddi bir biçimde sermaye merkezli bir neoliberal yaklaşımın egemen olduğunu görüyoruz. Ben bu anlamda İslam iktisadını tam da o İslam’ın adalet nosyonunu arayan, harekete geçiren bir damar olarak gördüm, görüyorum. Ama bugünkü uygulamaya aktarılmış yaygın biçimlerini değil! Düşüncede, teoride ve felsefede öyle olmaya devam ediyor, ama uygulama son derece neoliberal bir finansal sistem olarak karşımıza çıkıyor. Yine de bu arayışların, bu damarın canlı tutulması gerektiğini, alternatif uygulamaların, alternatif perspektiflerin mutlaka gündemde kalması gerektiğini düşündüğüm için de uzunca bir süre bu çalışmalara destek verdim.
Peki daha çok sivil alanda öne çıkan dayanışma ve yardımlaşma çalışmaları sistematik olarak küresel ekonomik sistemden beslenen eşitsizlikler karşısında bir alternatif olma iddiası taşıyabilir mi?
Taşıyamaz tabii ki! Elbette hayırseverlikle şekillenmiş, yarayı pansuman etmeye yönelik, ihtiyaçlının ihtiyacını gidermeye yönelik çözüm arayışları değerlidir. Yani suya erişemeyen insanlara su götürmek, aç kalmışlara gıda götürmek gibi faaliyetler anlamlıdır. Ama bu hayırseverlik faaliyetleri bir tarafıyla da aslında makro düzeyde sorunları üreten sistemin de sürdürülebilir olmasını sağlıyor. Yani bir taraftan bu hayırseverlik faaliyetlerinin ve bu dayanışma ağlarının devam etmesi gerekiyor, ama bir taraftan da birilerinin bu yoksulluğu ve eşitsizliği doğuran sistemin farklı bir biçimde işleyişini sağlayabilecek birtakım uygulamaları gündeme getirmesi gerekiyor. Burada siyasal katılım ve talep çok önemli. Özellikle bugün hem küresel düzeyde hem de ülkeler düzeyinde en önemli sorun, birikmiş servet ve sermayenin vergilendirilmesi sorunudur. Bugün dünyada harekete geçirici fikirlere baktığımızda bunlar olduğunu görüyoruz. Ne olursa olsun alternatif bir yol olarak bunun sağlanması gerekiyor. Fakat küresel sermayenin, küresel zenginlerin üç-beş yardım faaliyetiyle PR’ı iyi yapılmış, iyi lanse edilmiş yardım faaliyetiyle aslında kendilerini toplum için hayırlı, faydalı, gerekli ve yoksulları da düşünen kimseler olarak gösterme çabalarının başarıya ulaştığını görüyoruz. İnsanların tabandan örgütlenerek yürüttükleri yardımlaşma, dayanışma faaliyetleri elbette çok anlamlı. Ama aynı zamanda bunun eleştirinin önüne geçmemesi, yani makro düzeydeki çözümlerin yeniden üretilmesi gerekiyor. Bugün dünyada teknoloji üretim kanalları ve bilginin yayılımı insanların kolaylıkla örgütlenip aslında pek çok şeyi hızlı bir şekilde yapabilme imkanını doğurdu. Dünya bugün üretim ve teknik imkanlar bakımından gerçekten de bütün insanların özgürce ve refah içerisinde yaşayabileceği bir duruma geldi aslında, ama bu durum birilerinin tahakküm etme, güç sahibi olma ve yönetme arzularının hilafına olduğu için engellenemiyor. Zenginlerin daha fazla zengin olmasının önünde bir engel yok aslında, ama bizim yoksulların yoksulluktan kurtulduğu bir dünyaya ihtiyacımız var. Bu yardım ve dayanışma faaliyetleri bu anlamda maalesef eleştirinin önünü tıkayan, eleştiriyi baskılayan bir araç olarak da zaman zaman kullanılıyor.
Hatırlayın, 1990’ların sonunda birçok sanatçının katılımıyla “live aid” denilen canlı konserler ve yardım toplama faaliyetleri çokça yapılmıştı. Bunlar çok da takdir görmüştü. Ama baktığımızda, etkinliklerle toplanan yardımlar aslında bu ülkelerin el konulan kaynaklarının çok cüzi bir kısmı yalnızca. Benzer durum küresel kalkınma yardımları için de geçerlidir. Halbuki bu ülkelerin kaynaklarına el konulmasa, hem dünya daha yaşanılır bir yer olacak, hem sorunlar daha az olacak, hem de aslında ortaya çıkan iktisadi üretkenlikle birlikte bugünkü iktisadi modeli çokça zorlayan, krizlerin temel kaynağı olan tüketim kısıtı da ortadan kalkacak. Küresel finans kapital kendi kuyruğunu yiyen bir yılan gibi… Sürekli servet ve sermayeyi elinde topluyor, üretim imkanlarını elinde topluyor. Aslında bunu yaparken dünyadaki insanların tüketim kabiliyetlerini kısıtlıyor, dolayısıyla bir eksik tüketim krizi ya da fazla üretim krizi oluşturuyor. Halbuki insanlar çalıştıklarının karşılığını, emeklerinin karşılığını alabilseler, tüketebilecekler, tüketebildikleri için üretimin zemini genişleyecek. Dolayısıyla refah yaygınlaşacak, zenginlik de aslında daha hayırlı bir şeye dönüşecek. Tam da aslında üzerinde çalışılması gereken model bu. Yani zenginliğin toplamda arttığı, ama belirli ellerde daha az biriktiği bir model üzerinde çalışmamız lazım.
Odağımızı bu makro bakıştan Türkiye’ye çevirdiğimizde, servet ve sermaye dağılımının bizdeki yansımaları hakkında neler söylersiniz?
Türkiye’de son kırk yılda gittikçe artan bir merkezileşme söz konusu, özellikle son yirmi yılda bu süreç biraz daha hızlandı. Yani servetin ve gelirin belirli ellerde toplanma süreci hızlanmış vaziyette. Toplamdaki pasta büyüyor, toplamdaki pasta büyüdüğü için en alttakilerin aldığı miktar da doğal olarak artıyor, ama dağılım daha fazla bozuluyor. Daha geniş ölçekli daha fazla yapısallaşmış bir eşitsizlik modeli ortaya çıkıyor ve bu yapısallaşmayla birlikte aslında tedavi ve çözüm mekanizmaları ya da sorunu çözme mekanizmaları da ciddi bir biçimde irtifa kaybediyor. Bu anlamda biz maalesef Avrupa tarzı yaygın bir refah modeline doğru değil, Amerika tarzı bir ekonomik büyüme modeline doğru bir seyir içerisindeyiz. Gerek çalışma piyasaları, gerek iş ve üretim sistemleri gittikçe sermaye merkezli hale gelmeye başlıyor. Orta gelirli grup gittikçe daralıyor; refah, servet ve sermaye daha yukarıdaki grupların ellerinde toplanmaya başlıyor. Bu da Türkiye’nin toplumsal yapısını sarsan, Türkiye’deki iktisadi krizleri oldukça tetikleyen bir arka plan oluşturuyor. Maalesef bu anlamda biz -hep söylendiği gibi- bir “küçük Amerika” olma yolunda ilerliyoruz. Eşitsizlikler bakımından OECD ülkeleri içerisinde tepede yer alıyoruz, zenginliğin olmadığı bir ülke olarak eşitsizliklerin artması da çok daha büyük yıkıcı bir etki oluşturuyor.
“Küçük Amerika” olma yolunda ilerleyen Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda, adalet vurgusunun çok sık yapıldığını görüyoruz. Özellikle manevi değerleri savunuculuğu ya da söylemleriyle öne çıkan Necmettin Erbakan’la bütünleşmiş “Adil düzen” fikriyatı, Türkiye’de uzun yıllardır hükümet eden siyasal partinin adının “Adalet” ile başlaması yanında son dönemde ana muhalefet liderinin önderliğinde gerçekleşen yürüyüşün de adı “Adalet Yürüyüşü” olmuştu. Adalet vurgusunun siyasal hayatta bu denli öne çıkmasını nasıl değerlendirmek gerekiyor sizce?
Daha da geriye gidelim. Demirel’in uzunca bir süre iktidarda kalan partisinin adı “Adalet Partisi”, TİP’in yayınladığı gazetenin adı “Adalet Gazetesi”. Adalet bu memlekette bütün toplumsal kesimlerin yatırım yaptığı, ama hukuki, siyasal ve iktisadi formuyla herhalde hakkında en az düşünülen ve en az eyleme aktarılan bir alan. Yani bu alanın siyasal olarak mobilize edici, harekete geçirici bir unsur olarak kullanılmasının ötesinde bir yeri ve değeri olmamış. Görüntü bu şekilde en azından. Bu anlamda Erbakan Hoca’nın, yani Milli Görüş’ün “adil düzen” projesini çok kısa bir süre için belki bunun biraz dışında tutabiliriz. Onun daha çok belediyeler üzerinden ve de kısa süreli iktidar üzerinden hayata geçirilmek teşebbüsünde kaldığını söyleyebiliriz. Bunun dışındaki aktörlerin isimlerindeki adaletin tam aksine, sosyoekonomik, siyasal ve hukuki manada bir icraat gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Siyasal söylemdeki adalet vurgusu, neredeyse adaletin kendisini perdeleyici bir unsura dönüşüyor; adalet hakkında yapılan güzellemeler, hakikatte yapılacak uygulamaların önüne geçiyor. Bu anlamda adaletin hâlâ Türkiye’de en temel harekete geçirici söylem ve arayış olduğunu görüyoruz. Bugün de toplumsal muhalefetin tetikleyici söylemi adalet arayışıdır: Haklara erişimde, kamu vazifelerine atanmada, iktisadi yoksulluğun çözümünde adalet arayışı harekete geçirici bir unsur. Ama bu yakınmalar veya söylemler ne yazık ki sistematize edilmiş bir talebe ve bir düzen tasavvuruna dönüşmüyor; söylem düzeyinde palyatif ve de mobilize edici bir unsur olarak kalıyor. “Ne olacak da adalet olacak? Nereyi düzenleyeceğiz de adalet gelecek? Neyi değiştireceğiz de daha adil bir topluma ulaşacağız?” sorularının cevabını hemen hemen hiç kimse vermiyor. Bunda, şu anda siyasi sahada olan bütün aktörlerin eşit düzeyde sorunlu olduğunu görüyoruz. Burada bir “eleştiri alanı olarak adaletten” ziyade “kurucu bir alan olarak adalete” vurgu yapmak gerekiyor. Belirli alanların düzenlenmesi, denetlenmesi, kontrolü ve kısıtlanmasını talep eden aktif ve etkin bir kamu politikasını içeren bir adalete vurgu yapmak gerekiyor.
O halde son sorumu şöyle yönelteyim: Eşitlikçi bir toplum inşası için nasıl bir zeminden hareket etmek gerekiyor? Adaletsizliğin azaltılması nasıl mümkünolabilir sizce?
Adaletsizliğin azaltılması bence insanların aktif bir şekilde katılımı ve sosyal riskleri üstlenmesiyle mümkün olacak. Yani birileri öyle gerekli gördüğü için, hakları ve özgürlükleri tesis etmeyecek -hele bu birileri yönetenlerse asla etmeyecek-. Birileri servetinden vazgeçmeyecek, birileri yönetme ayrıcalığından vazgeçmeyecek. Bu, kitlelerin aktif ve içerisinde sistemik değişimler barındıran talepleriyle söz konusu olacak. Burada siyasal etkinliğin ve aktif örgütlenmenin çok önemli bir yeri var ve daha önemlisi hem ulusal düzeyde hem de küresel düzeydeki kamusal faydayı öne çıkaran bakışın çok önemli bir yeri var. Bugün dünyada makro düzeyde önemli küresel sorunlar söz konusu ve bu küresel sorunların çözümü belirli grupların, belirli toplulukların, belirli ulusların sadece kendileri için ürettikleri çözümlerle hallolabilecek bir mahiyet arz etmiyor. Herkes için çözüm olabilecek, herkes için ortak fayda üretebilecek modeller geliştirmek gerekiyor. Ben bu anlamda bir küresel farkındalığın yavaş yavaş artmaya başladığını ve de elimizdeki teknik araçların, teknik imkanların aslında herkes için uygun çözümler üretmeye yeterli olduğunun fark edilmeye başlandığını görüyorum. Bu anlamda bir sistem ve bir kamu politikası olarak adaleti önerebilecek bir perspektifin, bir bakışın öne çıkmaya başladığını görüyorum. Burada özellikle göçmenlik, kadın hakları, hayvan hakları, çevre ve küresel ısınma etrafında oluşan tartışmaları çok doğurgan tartışmalar olarak görüyorum. Bu tartışmalara özellikle bizim gibi batı dışı toplumların mesafeli yaklaşmasını da bir handikap olarak görüyorum. Bugün küresel düzeyde adalet söylemi yeniden tesis edilecekse, bu yaklaşımların çok önemli bir zemin oluşturduğunu, bu sorunlar ekseninde oluşacak çözüm önerilerinin çok önemli bir başlangıç noktası oluşturduğunu düşünüyorum.
Fatih Yaman
[1] Devrim sonrası üç parçalı Fransız bayrağındaki mavi renk özgürlüğü (liberte), beyaz renk eşitliği (egalite) ve kırmızı renk kardeşliği (fraternite) temsil etmektedir.
[2] Eric John Ernest Hobsbawm, Devrim Çağı, Sermaye Çağı, İmparatorluk Çağı, Aşırılıklar Çağı, Tuhaf Zamanlar ve Geleneğin İcadı gibi birçok önemli esere imza atmış İngiliz Marksist tarihçi.
[3] Genel olarak çalışma ekonomisi, özelde ise işçi sınıfı üzerine çalışmalarıyla bilinen ve “prekarya” kavramını geliştiren İngiliz iktisatçı Guy Standing’in eseri: Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf.