Yüz Yıl Sonra Max Weber: Sosyologun Partizan Olarak Portresi
- Post by: Lütfi Sunar
- Haziran 14, 2020
- No Comment
Weberi Niçin Hatırlarız?
Alman Sosyolog Max Weber bundan yüz sene önce 14 Haziran 1920’de 56 yaşında, Avrupa’yı kasıp kavuran İspanyol gribinden öldüğünde geriye nasıl bir miras bıraktığı henüz kavranamamıştı. Hayatında sadece Almanya’da popüler olsa da ölümünden sonra sosyal teorinin kurucu isimlerinden birine dönüştü. Bugün sosyal bilimlerin herhangi bir alanında Weberyen yaklaşıma başvurmadan bir çalışma yapmak neredeyse imkânsızdır. Bunun önemli nedenlerinden biri onun modernitenin yaşadığı krizlerle ilgili içeriden bir yorumla yepyeni bir yaklaşım geliştirmeyi başarmasıdır.
Weber’in 20. yüzyıl sosyal teorisindeki konumu temelde Batı uygarlığının temel meselelerini ele alması ve modern topluma dair umutların kırıldığı bir dönemde moderniteyi savunmasıyla yakından ilişkilidir. 19. yüzyılın sonunda evrimciliğin, pozitivizmin, materyalizmin, tarihselciliğin ve idealizmin sorgulandığı bir dönemde Weber, bütün bunları eleştirel bir biçimde değerlendirerek yeni bir yaklaşımın tohumlarını atmıştır. 19. yüzyıl düşüncesinin ve yapılarının artık iyice eskidiği ve sorgulandığı bir dönemde Weber kendi sosyolojisini modernitenin yapısal sorunlarına çözüm arama ekseninde kurmuştur. Onun sosyal bilimler için temel bir başvuru kaynağına dönüşmesinde daha sonra modernitenin krizlerinin sıklaşmasının da önemli bir rolü vardır.
Robert Michels onu 20. yüzyılın başı Almanya’sının entelektüel ruhu olarak niteler (Mommsen, 1989, s. 116). Julien Freund’a (1968, s. 9) göre Weber’le birlikte sosyoloji pratikte ampirik ve pozitif bir bilim olmaya başlamıştır. H. Stuart Hughes (2002), ise Weber’in (Sigmund Freud ile birlikte) boş formülasyonlara dönüşmüş olan müfsid pozitivizmin ve kalıplaşmış idealizmin kalelerini yıkarak Aydınlanma’nın büyük geleneklerini yeniden canlandırdığını ifade eder. Ona göre Weber, 19. yüzyıl Avrupa sosyal düşüncesine egemen olan sığ ilerleme inancından koparak tarihsel gerçekliği ön yargı ve yanılsamaya düşmeden düşünmenin yeni yollarını açan modernite çağının eşiğinde önemli düşünürlerden biridir.
Bugün sosyal bilimlerde bir Weber etkisi varsa bunun önemli nedenlerinden biri de Soğuk Savaş ikliminde Amerikan sosyolojisinin onu Marx’a karşı konumlandırılmasıdır. Bu anlamda gerek çevirilerinin niteliği gerekse yorumlamasının içeriği çokça eleştirilse de Talcott Parsons’ın çok kritik bir yeri vardır. Parsons, Weber’i basitleştirse de onu zor anlaşılan bir Alman olmaktan çıkarmıştır. Parsons, Weber’den bir liberalizm peygamberi çıkararak onu yaygın bir politik kullanıma kavuşturmuştur. Soğuk savaş döneminde Amerikan akademisinin kurucu etkisi sayesinde bugün din sosyolojisinden siyaset sosyolojisine, müzik sosyolojisinden tarihsel sosyolojiye, hukuk sosyolojisinden kır sosyolojisine, endüstri sosyolojisinden meslekler sosyolojisine kadar hemen hemen sosyolojinin bütün alt alanlarında karşımıza kurucu isim olarak Weber çıkar. Sadece bu konulardan ilk defa bahseden kişi değil aynı zamanda bu alanların kavramsal ve kuramsal çerçevesini de çizen isimdir. 1950’lerde Amerikan üniversite sistemi içinde sosyal bilimler Weber üzerine inşa edilmiştir. Weber’in etkisi Frankfurt okulu, İtalyan seçkin kuramcıları, Lukas gibi yeni Marksizmin kökenlerini oluşturan isimler ve Simmel ile Sombart gibi çağdaşları üzerinden de yayılmıştır. Artık Weber olmaksızın sosyolojinin herhangi bir alanında kalem oynatmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Aslında bütün kavramsal derinliği ve kuramsal çeşitliliğine rağmen Weber’in bu kadar merkezi bir konuma oturmasının arkasında onun olguları uygarlık düzeyinde karşılaştırmalı tarihsel bir boyutta ele alması bulunur. Weber’in hikayesi aslında moderniteye yeni bir soluk kazandırma çerçevesinde oluşmuştur. 20. yüzyıl boyunca modernite içeriden ve dışarıdan her sorgulandığında savunma Weberyen çizgiden gelmiştir. Dolayısıyla bugün herhangi bir şekilde modernliği eleştirel bir biçimde ele alacak birinin Weberyen tezlerle diyaloga girmeden bunu yapması imkansızdır.
Burjuva Ailenin Parlak Çocuğu
Liberal bir hukukçu-politikacı babanın ve aristokrat bir aileden gelen bir annenin çocuğu olan Max Weber 21 Nisan 1864’te dünyaya gelmiş ve 14 Haziran 1920’de hayata güzlerini yummuştur. Weber’in anne tarafı ünlü Fallansteinler, Almanya’nın köklü feodal ailelerinden ve yeni sanayi burjuvazisindendir. Aynı şekilde baba tarafı da kendilerine soy ismi sağlayan tekstil endüstrisinin önde gelen kurucularındandır. Weber’in hayatındaki en önemli detaylardan birisi böyle burjuva bir aileden gelmesidir. O kendisini bilinç sahibi bir burjuva olarak niteler ve bakışını bunun şekillendirdiğini itiraf eder. Hayatı boyunca çalışmadan geçimini sürdürebilecek bir gelire sahip olmanın verdiği konforu onun bütün çalışmalarında görürüz. Heidelberg’de atalarından kalma şatoda çalışmalarını yaparken bir taraftan da kendisi gibi burjuva bir çevreden gelmekte olan genç kuşak akademisyenler ve sanatçılarla yakın temas halindedir.
Batı düşünce tarihi açısından bakıldığında önemli bir geçiş döneminde yaşayan Weber’in kişiliği ve görüşleri Almanya’nın kültür ve siyaset ikliminde şekillendirmiştir. Weber, Humbolt’un kurduğu Alman kültür dünyası ile Bismark’ın icad ettiği feodal sanayici burjuvazinin tabii bir ürünüdür. Humbolt’un kurduğu Gymnasium sisteminin başarılı bir çıktısı olarak liseden güçlü bir tarih, dil ve felsefe müktesebatıyla mezun olur ve yine Humbolt üniversitelerinin içinde iyi bir uzman olarak yetiştirilir. Ayrıca zaman zaman Bismark’ı pasifist bulup eleştirse de onun Almanya’yı büyük devlet yapma idealini sonuna kadar sahiplenmiştir. Modern Almanya’yı kuran bu iki ismin oluşturduğu zeminde Weber Almanya’yı büyük bir gücü haline getirme misyonuyla bir Alman milliyetçisi olarak yaşamış ve birinci dünya savaşının buruk ikliminde kırık kalpli bir Alman milliyetçisi olarak ölmüştür.
Weber çocukluğunda özel bir özenle yetiştirilmiştir. Kendisiyle aynı isme sahip olan babası, muhtemelen onu varisi olarak görmektedir. Ancak babası yoğun bir iş adamı ve meşgul bir siyasetçidir. Dolayısıyla Weber annesinin yakın ilgisi ile yetişmiş ve onun ideallerinin bir kısmını en azından mesleki çalışma alanı olarak benimsemiştir. Dindar bir Protestan olan annesi Lutherci kilisenin önde gelen gönüllülerinden birisidir. Oğlunu da dindar bir kişi olarak yetiştirmek istese de Weber daha sonra kendisini “dine karşı bigane” birisi olarak niteleyecektir. Weber aydınlanmacı ideallere sahip olan babasının katı ve çalışkan karakteri ile dindar bir karaktere sahip olan annesinin adanmışlığını kendisinde birleştirmiştir. Ancak babası ile annesinin bu uzlaşmaz tabiatları onun hayatını şekillendiren ana etkenlerden biri olmuştur.
Weber’in Kompleksleri
Weber’in hayatında iki ana kırılma noktası bulunur. Bunlardan ilki akademiye girdiği ve yıldızının parladığı yılların akabinde babası ile yaşadığı kavgadan sonra girdiği psikolojik bunalımdır. 1897’de Weber’in babası uzun bir iş seyahatinden döndükten sonra kendisinden izinsiz bir şekilde genç Weberlerin evine kalmaya giden annesine sert bir şekilde davranarak alıp götürmek ister. Genç Max, babasına duyduğu öfkeyi işte orada kusar ve babasını evden kovar. Yeniden bir iş seyahatine çıkan babası ani bir biçimde ölür ve Weber bundan ötürü büyük bir suçluluk duygusu ile bunalıma girer. 1904’e kadar yoğun bir biçimde devam eden ve onun akademiden ayrılmasına sebep olan bu ruhi bunalım onun hayatının önemli kırılmalarından biridir.
Uzun yılar sonra Viyana’da yaşarken kapı komşusu olan Freud’a bu hikâyeyi anlatsa, Freud acaba ne düşünürdü? Muhtemelen kendi “ödip kompleksi” teorisine güçlü bir delil bulmuş olmanın memnuniyeti ile Weber’i psikanaliz koltuğuna uzatır onun bilincinin derinliklerine inmeye çabalardı. Ancak Weber’in kompleksleri sadece babası ile münasebeti ile sınırlı değildir. Weber’in kişiliğini şekillendiren ve hayatı boyunca kırılgan, nahif ve zayıf bir bünyeye sahip olmasına neden olan bu psikolojik kompleks düşüncesini oluşturan kompleks ile karşılaştırıldığında aslında önemsiz kalır. Weber’in hayatındaki ikinci kırılma 1909’da gerçekleşir. Bu ikinci kırılma Weber’in devraldığı uygarlık kompleksi ile yakından ilişkilidir.
Bir Amerika seyahati ile entelektüel merakı ve ilgileri yeniden canlanan ve nihayet 1904’te psikolojik bunalımdan çıkan Weber, arkadaşları Sombart ve Jaffe ile birlikte bir dergi yayımlamaya başlar. Bu dergide kaleme aldığı ünlü metodoloji yazıları ve Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı iki uzun inceleme yazısı onun yeniden akademik ve entelektüel yaşama dönüşünü sağlar. Bu yazılar bir taraftan onun 19. yüzyıl epistemolojisi ve metodolojisi ile yüzleşmesini ve anlamacı sosyolojisinin temellerini şekillendirmesini sağlarken öte yandan da güncel politik yaklaşımlara bir müdahaleyi bünyesinde barındırır. Weber, Protestan Ahlakı metninde dönemin Almanya’sındaki kültür savaşını sürdürmektedir. Metin Almanya’nın geleceğini Protestanlık ekseninde kurmaya yönelik Bismarkçı siyasete geç bir destek olarak görülebilir. Weber akademik çalışma seyrini bu izlek etrafında kurmak istediğini biliyoruz. Hatta 1908’de yayıncısı ile yazışmasında diğer Protestan mezheplerin iktisadi etiğini inceleyeceği bir dizi çalışma ile ilgili anlaşma yapar. Ancak bu proje 1909’da yön değiştirir ve aslında Weber’in tam anlamıyla uzman olmadığı bir başka alana doğru kayar.
Hikâyenin bu kısmında yeni bir kırılma söz konusudur. Bu sefer Weber’e yön veren batılı modernitenin bilinçaltı ve kompleksidir. 17 ve 18. yüzyıllarda Batı dışı toplumlarla fikri ve ilmi temas ve onlardan aldığı katkılar üzerine kendisini inşa eden batılı modernite kendisini bu mirasın inkârı ve değersizleştirilmesi üzerine kurmuştur. Weber’in de sıkı bir şekilde faydalandığı şarkiyatçı incelemeler Batı dışı toplumların dünya tarihsel olarak yeniden konumlandırılması ve tarih dışına itilmesi vazifesini üstlenmişlerdir. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca Aydınlanma düşüncesinden devralınan ilerlemeci tarih nosyonu çerçevesinde dünya tarihi Batılı hat merkeze alınarak yeniden yazılmış, ilimlerin, sanatların ve düşüncenin gelişimi Avrupamerkezci bir bakışla yeniden yorumlanmıştır.
Ancak bu yorumlamanın temelinde Batılı modernitenin biricik olduğu ve dünyadaki problemlerin çözümüne dair alternatifsiz bir teklif önerdiği fikri bulunmaktadır. 19. yüzyıl ütopist modernitesi, dinler tarafından öte dünyada vaad edilen cennetin bu dünyada insan aklına dayalı bilim ve teknikle kurulabileceğini fısıldıyordu. Sanayinin fütursuzca dönüştürdüğü toplumsal yapılar, modern bürokrasinin tunç kafesine kapattığı kitleler, askeri tahakkümün bunalttığı insanlar gelecekte daha müreffeh ve iyi bir dünyanın kurulacağı hayaliyle avutuluyorlardı. Ta ki 1890’ların sonunda başlayan çılgın sömürge yarışı ile bürokratik-askeri tahakkümün mengenenin dişlilerini sıkmaya başlamasına kadar. İşte bu anlamda 1870’lerden itibaren başlayan umutsuzluğun yaygın bir kanaate dönüştüğünü ve modernitenin vizyonlarının sorgulanmaya başlandığını görürüz. Bu bir bakıma “öldürülen babanın” hayaletinin Batı uygarlığını ziyaretlerinin sıklaşması anlamına gelmektedir.
Kendisini “Batı uygarlığının hakiki bir evladı” olarak niteleyen Weber bu kompleksi derinden hisseden bir entelektüel olarak önceki projesini bir kenara bırakıp modernitenin biricikliğini savunma hattına geçmiştir. 1909’da yayıncısına eski projesini iptal edip yeni bir projeye başlamak istediğini belirten bir mektup yazan Weber, Ekonomi ve Toplum’u yazmaya başlar. Weber’in bu projesinin görünürdeki amacı modern toplumun işleyişini çözümlemektir. Ancak bunu yaparken 21 Haziran 1914’te ünlü tarihçi Georg von Below’a yazdığı bir mektubunda belirttiği gibi “konuyu karşılaştırmalı ve normatif bir biçimde” ele alır. Weber bu mektupta bir tarihçinin esas görevinin karşılaştırmalar yoluyla Batılı toplumların ayırt edici karakteristiklerini belirginleştirmek olduğunu belirtir (Von Below, 1925, ss. 200, 226).
Aslında Weber yaygınlaşan eleştiriler karşısında modernitenin savunulmasının çok önemli olduğunu hissetse de bunun kendisini ilerleyen zamanlarda çağdaş sosyal teorinin merkezine yerleştireceğini bilmiyordu. Ancak modernite hakkındaki Nietzscheci umutsuzlukla girdiği bu mücadele tek bir cephede sürmemiştir. Zira Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamında umutsuzluk hızla yayılmaktadır. Dolayısıyla mücadeleyi akademiden halka indirme kararı verir. Bu dönemde Weber’in Münih Üniversitesi’ndeki seminerlerinde kendisine sıklıkla Oswald Spengler’in Batı’nın Çöküşü (Der Untergang des Abendlandes) çalışması hakkında sorular gelmeye başlar. Amatör bir tarihçi olan ve spekülatif bir yazma tarzına sahip olan Spengler iki cilt halinde yayımlanan bu eserinde döngüsel bir tarih anlayışı çerçevesinde Batı’nın miadını doldurduğunu ve manen çöküşünü madden de çöküşün izleyeceğini ilan ediyordu. Büyük savaşın psikolojik yıkımının da etkisiyle bir anda çok satanlar ve konuşulanlara arasına giren bu eser Weber’in ömrünün son on yılını harcadığı fikirlerinin de altını oymakta idi. Dolayısıyla ona Spengler ile bir entelektüel düello teklif edildiğinde kılıcını sıyırmakta tereddüt etmedi.
Karısı Marianne’nin aktarımına göre soğuk, açık bir kış günü Münih Şehir Meclisi’nin salonunda gerçekleşen bu buluşma hayli ilgi çekmiştir. Salon akademik çevreden gelenlere ek olarak gençlik hareketinin komünist, anarşist her türlü sekter grubu salonu hınca hınç doldurmuştur. Tam bir buçuk gün süren bu “entelektüel turnuvada” taraflar birbirini ikna edemedi. Marianne Weber (1975, s. 674), genç dinleyicilerin geleceğe dair sorularına yanıt bulamadıklarını ama anormal düzeyde bilgi ile boğulduklarını not eder. Bu düelloda Weber, iddia edildiği gibi modernliğin krizinin onun bitişi anlamına gelmediğini ancak arızı bir ara durağa tekabül ettiğini savunmuştur. Ona göre İsrailoğlullarını umutsuzken çölden ve Mısır esaretinden kurtaran karizmatik peygamberler gibi, modernliğin tunç kafesinin oluşturduğu anlam kaybını ortadan kaldırıp yenileyecek bir önder gelecektir.
Erken Ölmenin Faydası!
Weber, Yahudilik üzerine eserini kaleme aldığı bu dönemde Kitab-ı Mukaddes’ten karizma kavramını türetmiştir. Modernitenin tunç kafesini anlamlı hale getirecek bu karizmatik kurtarıcı fikriyle Weber, Almanya’nın savaş sonrası siyasi yapılanmasına dair önerileri tartışırken sıklıkla führer demokrasisine, sezaropapist bir yönetime vurgu yapar. Weber, bu yıllarda yaptığı konuşmalarda gazetelere yazdığı yazılarda Alman halkının tarihsel bir önderliğe ihtiyacı olduğunu dile getirir.
Tam da o günlerde Versay Anlaşması’nı müzakere eden heyetten bir general ile karşılaşmaları onun bakışını yansıtması açısından hayli ilginçtir. Weber, savaşı kaybeden bir generalin koşulsuz teslimiyet anlaşmasını müzakere etmesini yadırgadığını belirtir ve generale “elinin anlaşma imzalayacak bir kalemi değil, şakağına dayanmış bir tabancayı tutması” gerektiğini söyler. Buna şaşıran general kendisini halk tarafından seçilen Alman Meclisi’nin görevlendirdiğini dile getirerek Weber’e demokrasiden ne anladığını sorar. Weber’in cevabı ise sonraki yıllarda olacakların bir habercisidir: “Ben demokrasiden şunu anlıyorum: Halk Führer’i seçer; Führer de şimdi kapatın çenenizi ve beni takip edin der!”
Weber’in 56 yaşında ölümünü erken bulanlar vardır. Bu bakış, onun toplu eserlerinin girişi için kaleme aldığı ünlü sunuş metninde düşündüğü pek çok işi tamamlayamamasını büyük bir kayıp olarak görmelerinden kaynaklanır. Ancak Weber’in ölümü aslında tam zamanında gerçekleşmiştir. Zira hayatını Almanya’yı bir güç devletine dönüştürmeye adayan ve bunu her şeyin ötesinde bir vazife olarak gören Weber yaşasaydı muhtemelen yakın dostu Sombart gibi ilerleyen yıllarda Almanya’da yükselen totaliteryen eğilimlerin baş destekçisi olacaktı. Hayatının son yıllarında liberal demokrasiye ve Alman burjuvazisine yönelik şüphelerinin gittikçe derinleşmesi, gittikçe artan sosyalizm korkusu muhtemelen onu bir Nazi taraftarı yapacaktı. Bugün bir Weber efsanesi varsa bunu onun erken ölümüne borçluyuz.
Ayakta Kalmak
Weber, Kantçı bir ödev ahlakına sahiptir. Meşhur Meslek Olarak Bilim konuşmasını Goethe’nin “Görevin ne?” sorusuna verdiği yanıtla bitirir: “Günün taleplerini karşıla” (Max Weber, 2008b, s. 53). Ona göre günün kendisinden iki talebi vardır. Öncelikle çökmekte olduğu düşünülen Batı uygarlığının hala canlı ve biricik olduğuna insanları ikna etmek. Weber (2009, s. 205) bu konuşmasından kısa bir süre sonra ölmeden sadece yedi gün önce toplu eserlerinin basımı için kaleme aldığı meşhur önsözde evrensel temaları inceleyen Avrupa uygarlığının herhangi bir varisinin özel görevinin sadece Batı’nın evrensel gelişmenin tarihsel bir çizgisine sahip olduğunu göstermek olduğunu dile getirir. O, Batı’nın biricikliğini göstermeyi bir ödev olarak görmektedir. Weber, günün kendisinden ikinci talebini ise Almanya’yı yeniden bir güç devleti haline getirmek olarak görür. Meslek olarak siyaset konuşmasında sadece Batı’da güce hizmet eden bir profesyonel siyasetçi tipinin ortaya çıktığını ve bunun Almanya’nın geleceği için tercih edilmesi gerektiğini dile getirir (Max Weber, 2008a, s. 161).
Weber’in tarihsel kahramanları hep dirençli, dirayetli ve kendisini zorluklar içinde ispatlamış kişilerdir. Onun sosyolojisinin aktör temelli bir yaklaşıma dayanması da bu tür bir Nietzscheci vitalizme yönelik yoğun ilgisinden gelmektedir. Weber insanın iradesini ve gücünü teksif ettiğinde ortaya çıkaracağı neticelere güvenmektedir. İlim adamlığının ne anlam ifade ettiği sorulduğunda o bu soruyu “ayakta ne kadar kalacağımı görmek istiyorum” diye cevaplamıştı. Weber yaptıklarıyla ayakta kaldı ve kendisinden sonraki sosyal teoriyi şekillendirdi. Bugün onun zaaflarını ve imkanlarını sistematik bir biçimde değerlendirip yeni yollar çizmenin vaktidir.
Kaynaklar
Freund, J. (1968). The Sociology of Max Weber. Pantheon Books.
Hughes, H. S. (2002). Consciousness and Society. Transaction Publishers.
Mommsen, W. J. (1989). The Political and Social Theory of Max Weber: Collected Essays. University of Chicago Press.
Von Below, G. (1925). Der Deutsche Staat des Mittelalters: Eine grundlegung der deuschen Verfassunfgsgeschichte, Vol. 1, 2. Verlag von Quelle & Meyer.
Weber, Max. (2009). Prefatory Remarks to Collected Essays in the Sociology of Religion [Vorbemerkung]. Içinde S. Kalberg (Ed. & Çev.), The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism with Other Writings on the Rise of the West (4. bs, ss. 205–220). Oxford University Press.
Weber, Marianne. (1975). Max Weber: A Biography (H. Zohn, Çev.). John Wiley and Sons Inc.
Weber, Max. (2008a). Politics As A Vocation. Içinde J. Dreijmanis (Ed.), & G. C. Wells (Çev.), Max Weber’s Complete Writings on Academic and Political Vocations (ss. 155-208). Algora Publishing.
Weber, Max. (2008b). Science As A Vocation. Içinde J. Dreijmanis (Ed.), & G. C. Wells (Çev.), Max Weber’s Complete Writings on Academic and Political Vocations. Algora Publishing.